Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde anlattığı, Anadolu'dan Balkanlara, İran'dan Kafkasya'ya, geniş bir coğrafyada gittiği yollar boyunca gözlemlerine dayanarak anlattığı, tarif ettiği bitkilerden söz ediyoruz...
Değerli botanikçimiz Asuman Baytop, Türkiye’de Botanik Tarihi Araştırmaları kitabında, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ndeki bitkilerle ilgili iki ayrı makalesinde, müthiş titiz bir çalışmayla bugünün Türkçesine çevrilmiş elyazmasını bir botanikçi gözüyle satır satır tarayarak, seyahatnameden dönemin bitki örtüsüne dair Evliya Çelebi’nin gözlemlerini, düştüğü kayıtları yorumlamış.
Evliya Çelebi, 17. yüzyılda yaşamış ve 10 ciltlik seyahatnamesi ile tanınmış bir gezgin. 1611 yılında İstanbul'da, Unkapanı'nda doğmuş, ölüm tarihi ve yeri kesin olarak bilinmiyor ama en geç 1682 olduğu sanılıyor. Gezilerine 1630 yılında önce İstanbul’dan başlamış, sonra Anadolu'ya ve diğer ülkelere açılmış. İran ve Kafkasya'dan Hollanda'ya, Kırım ve Baltık Denizi'nden Etiopya ve Arabistan’a geniş bir coğrafyayı kapsıyor gezileri…
Tam da bir doğa bilimci gibidir… Sadece gündelik yaşam biçimlerinden değil, gezdiği yerlerin coğrafyasından, fauna ve florasından da bahsediyor. Güçlü bir merak duygusuyla, abartılı öyküler ve efsaneler de katarak bitkilerin yararlarını, nerede nasıl kullanıldığını, hatta şifa özelliklerini de anlatıyor, bilgi veriyor. Ayrıca Seyahatname sayesinde 17. yüzyıl ortalarında Anadolu'nun hangi yörelerinde, hangi meyvelerin ve bunların hangi çeşitlerinin yetiştirildiğini öğrenebiliyoruz. Gezdiği yerlerde halkın tükettiği yiyecek ve içecekleri, o yörelerde yetiştirilen bugün bildiğimiz bütün sebze, meyve ve tahıllardan söz ediyor nerdeyse… Portakal geçmiyor ama saydıkları arasında… “Acaba Evliya Çelebi zamanında, yani 17. yüzyıl ortalarında, bugün portakal adını verdiğimiz meyveye Osmanlılar turunç mu diyorlardı?” diye soruyor makalesinde Baytop. Çeşitleri sayarken, abartılı sayılara başvurmaktan kendini alamıyor. Örneğin şöyle ifadeler var:" her birinden (kirazdan) yüzer katre (damla) su çıkar, bin türlü kavun ve karpuz, kırk türlü armut, yetmiş türlü sulu armut . . . gibi. Evliya Çelebi yedi, yirmi, kırk, yetmiş, yetmiş yedi sayılarına gelişi güzel kullanmış. Bu anlamda bilimsel bir temele dayanmıyor.
Orman ve ağaçlara özel bir ilgisi var. Geçtiği ormanlarda, köy yakınlarında, mesire yerlerinde, bağ ve bahçelerde, saray, köşk ve tekke bahçelerinde, cami avlularında, hatta yol kenarında gördüğü tüm ağaçları kaydetmiş. Sığla ağacından, Siirt'teki botum fıstığından, kahve ağacından, Mısır'ın hurma ve -bugün kimilerinin hangi ağaçlar olduğunu çözemediğimiz- cemmiz, hıyarışembe, nabıka, santa, zakkum ve sindiyan ağaçlarından bahsediyor. Sazlık ve bataklıkları da kaydetmiş; Manyas Gölü'nde yetişen uzun sazlardan hasır seccadeler, döşemeler dokunduğunu yazmış. Çiçekleri de seviyor belli ki ama bildiği çiçek adları kısıtlı: Reyhan, fesleğen, lale, sümbül, tutya, menekşe, gül, nesrin, zambak, müşk-i rumi, zerrin, karanfil gibi ıtırlı bitkilerin “dimağı kokulandırdığını” yazmış.
Evliya Çelebi önce İstanbul’u gezerek bahçelerde, avlularda, mesire yerlerinde, ormanlarda karşısına çıkan ağaçları kaydetmiş, sayı ve türlerini belirtmiş. Eyüp Sultan Camii’nde "Avlu içinde dut ve diğer ağaçlarla yedi tane büyük çınar olduğunun; Beyazıt Camii’nin "avlusunun çoğunlukla dut ağaçlarıyla süslü olduğunu, Süleymaniye Camii’nin "yüksekliği görülmeyen çınarlar, servi, ıhlamur, kuşdili ağaçları”yla süslü olduğunu yazmış.
Boğaziçi'nin sahillerini, tepelerini, vadilerini gezmiş… Örneğin Boğaz'da Büyükdere Ormanı'na ve Yuşa Tepesi'ne kadar gitmiş, batıda Terkos ve Çekmece göllerinden bahsetmiş. Sütlüce bahçeleriyle ilgili ''Çam fıstığı ağaçlarıyla süslü, güllü bülbüllü bir bağdı” derken, Hasköy bahçelerini "Bağ ve bahçeleri öyle limon, öyle narlar verir ki, hiçbir bağda benzeri bulunmaz" diye anlatmış. Alibeyköy’ü anlatırken "Mesiresi bir çimenlik dere içinde; yetmiş seksen kadar çınar ağacıyla süslü, gün görmez bir gezinti yeridir. Kağıthane lalesi adıyla meşhur olan çeşitli laleler buradadır. Lale vakti bu mesireyi görenin aklı perişan olur” diye yazmış. Sarıyer’e gelince, "Lal renkli sulu kirazı meşhurdur. Hisar kirazı ile şöhret bulan gül nar, bu Sarıyer'indir ki, her birinden yüzer katre (damla) su çıkar" demiş.
Anadolu 'ya yaptığı ilk yolculuk, Bursa’ya olmuş. 2 Mayıs 1640 günü İstanbul 'dan hareket ederek, denizyolu ile Mudanya'ya, oradan da Bursa'ya gitmiş. Uludağ'a (Keşiş Dağı, Ruhban Dağı) çıkmış ve 28 Mayıs günü İstanbul'a dönmüş. Bursa gezisinde şehir içinde dükkanları örten üzüm asmaları, sokakların iki tarafını süsleyen ağaçları, meydancıklardaki büyük çınar ve salkım söğütleri, mesire yerlerindeki çınar, karaağaç, salkım söğüt, ardıç, şimşir, servi, çam fıstığı ağaçları, yabani asmaları kayda geçirmiş. Bursa'nın "kırk türlü armudu, sulu çeşitli üzümü, keşiş sulu kirazı . . . hele kestanesi hiçbir yerde olmak ihtimali yoktur” diyor.
İkinci gezisi tamamen denizyoluyladır. İstanbul'dan 21 Haziran 1640'da hareket etmiş, Darıca ve Hersek üzerinden İzmit'e ve sonra tekrar Hersek, Yalova ve Adalar üzerinden İstanbul 'a dönmüş. İzmit'in doğusunun “dağların göklere baş uzatmış sık ve büyük ağaçlarla kaplı olduğunu; beyaz kirazının ve kızıl elmasının meşhur olduğunu” da yazıyor notlarında.
Bu ilk iki geziden sonra Evliya Çelebi, Anadolu'ya veya Rumeli'ye görevle giden paşaların yanında yolculuk yapmaya başlamış. İlkinde, 19 Ağustos 1640'da İstanbul 'dan denizyolu ile Trabzon'a gitmiş, buradan sınırdaki Günya (Gonya) Kalesi’ne gidip gelir, Azak seferine katılır ve İstanbul 'a döner. Bu seyahati sırasında, Samsun’da bütün dünyaya yetecek kadar kendir ipliği olduğunu; Trabzon’da “Kiraz, Lahıcan armudu, Bey armudu, Gülabi armudu, Sinop elması, Namık üzümü, Meleki üzüm, Badılcan, limon, turunç, nar, zeytin yetiştiğini” söylüyor. Şimşir ağaçlarından ve fındıklardan da bahsediyor.
Ardından Evliya Çelebi, Malta seferiyle Girit Adası'na gitmiş, Hanya Kalesi’nin zaptına katılmış; tam tarih yok ama 1645 yılı tahminen. Üsküdar'dan hareketle Erzurum'a gider; buradan Bakü'ye kadar gidip gelir; Gürcistan seferi ne katılır. Tortum, Erzurum, Erzincan, Şebinkarahisar, Niksar, Merzifon, Beypazarı, Göynük… Yol boyu birçok kent ve kasabaya uğradıktan sonra yaklaşık üç yıl süren bu yolculuğunun sonunda botanik açısından değerli birçok kayıt düşmüş. Sapanca Gölü için “kenarında bin türlü kavun ve karpuz olur ki, ancak ikisini bir eşek çekebilir" diye yazmış, Erzurum’a sıra gelince nice gül bağları vardır, bu yazılan bağların katmerli gülleri meşhurdur” diye yazmış.
Doğu Anadolu yolculuğundan sonra, Evliya Çelebi'nin mektup taşımak göreviyle Şam, Sur, Akka ve Gazze'ye gittiğini görüyoruz. Anadolu ve Suriye arasında geçen bu iki yıl boyunca, Anadolu ile ilgili bolca kayıt arasında Konya’da gördüğü bir çiçek de var: "Meram Dağı'nda bir çeşit çiçek olur ki mavi renklidir. Debbağlar onunla deriyi tabaklayıp gül rengi, gül şeftali sarısı, turuncu, kırmızı sahtiyan yaparlar ki Arap ve Acem'de tanınmıştır". Bu çiçeğin ne olduğunu kesin olarak bilinmiyor tabii. Urfa’yı anlatırken "Saraçhanesi, mevsimi gelince zambak ve diğer çeşitli çiçeklerle süslü olup, gelip geçenlerin dimağlarını kokulandırır” diye yazıyor; Kayseri’de (kitapta Kayseriye diye geçer): "Yetmiş yedi çeşit tahıl ve bitkileri, yetmiş yedi türlü de sebze ve ot bulunur. Bilhassa buğday ve arpası meşhurdur. Dağlarda mazısı gayet çok olduğundan, debbağları onunla keçi derisi işlerler, öyle bir sarı sahtiyan olur ki, güya altın sarısıdır. İçinde adamın çehresi görünür. Hatta halk dilinde ' Kayseri sahtiyanı gibi gıcır gıcır öter' diye darbımesel olmuştur".
Bingöl yaylasında "nice çeşit bitki ve otları olduğu gibi kimya otu dahi vardır” diyor; “sarı tutya, kırmızı tutya, mor tutyalar var ki, güzel kokusundan adamın elimağı kokulanır.” Bu kimya otunun ne olduğu bilinmiyor henüz. Cebel-i Lübnan'da da bulunduğunu, bu otu yiyen koyun ve keçinin dişlerinin altın gibi olduğunu, kimyacıların bu otu bulup altın yapmakta kullandıklarını, fakat bu otun dağda pek az bulunduğunu yazmış. Baytop, makalesinde Bu bitkinin altın ile ilgisi olmadığı kesin ama onun çiğnendiği zaman tükürüğü sarıya boyayan bir bitki olduğunu tahmin edebiliriz. Hele keçiler de yediğine göre, bu bitki niçin bir çalı, örneğin karamuk (Berberis) çalısı olmasın?
Evliya Çelebi, (1650-1653) yılları arasında yaptığı Rumeli yolculuğunda İstanbul’dan başlayarak Trakya üzerinden Bulgaristan'a geçer. Tuna Nehri boyunca dolaştıktan sonra, Edirne, Havsa, Babaeski, Silivri, Çatalca üzerinden İstanbul'a gelir ve Benefşe (bugün Menekşe) çayırında konaklar. Bu yolculuğu sırasında uğradığı Çatalca için "Şehrin doğu tarafında bir çimenlik sahraya bakan yüksek bir yerde servi, çınar, kavak, dalları aşağıya sarkmış söğüt ağaçları ve diğer çeşitli meyvelerle donanmış bir ağaçlık irem bağıdır ki, sanki cennettir. İçinde bostancı başı, üç yüz bahçıvan vardır. Çatalca çayırı, Kağıthane çayırından latif bitkili ve otlu olup yonca ile süslü bir laleliktir." 1653 yılının tahminen Haziran-Temmuz aylarında Trakya'da bulunduğu sıralarda daha ziyade Edirne'den bahsetmiş, bu şehrin her tarafının gülistan ve ağaçlık olduğunu, her tarafta bağ, bahçe, bostan bulunduğunu, cami avlularında bile bol çiçek yetiştirildiğini yazmış. Burada önemli olan, Edirne'de gül bahçelerinin bulunduğunu gülsuyu üretildiğini kaydetmiş olması.
Rumeli 'den İstanbul'a döndükten sonra o kış yine ulak olarak Konya'ya gidip gelir. Ardından Van yolculuğuna çıkacak ve bu yolculuğunu İran ve lrak'a devam ettirecektir. Doğu Anadolu yolculuğu ile ilgili olarak seyahatnamede Diyarbakır’ın bitki örtüsünü şöyle anlatıyor: "Büyük nehir akmakla iki tarafı gülistan, bostan ve fesligenliktir. Kudret helvası gökten meşe ağaçları yaprakları üzerine yağar, gayet latif bir müshil helvadır. Ahalisinin bey ve fakiri Şat (bugün Dicle) sahiline göçüp hastalarına kavun, karpuz, çeşitli sebzeler ekerler. Ama burada herkesin kendi sınırlarında bir türlü fesligen olur ki, bir ayda bunlar orman olup, mızrak boyuna çıkarlar, fesligenden içerisi görülmez olur. Bütün evlerin dört duvarları, kapıları fesligendendir. Fesligenlerin kökleri toprakta olup bütün dal ve yaprakları yeşil olarak durur ve daima topraktan tazelik bulup büyür." Asuman Baytop’un makalesinde de ifade ettiği gibi, Evliya Çelebi'nin “fesligen” dediği ve çok yıllık olduğunu söylediği bu kamış, büyük bir ihtimalle Pliragmites australis'tir. Bu bitki bugün de bütün Anadolu'da çit ve çatı yapımında kullanılıyormuş.
Evliya Çelebi’nin 1663-1667 İstanbul'dan başlayıp Trakya'nın Karadeniz sahili boyunca Terkos, Midye ve İğneada'dan Bulgaristan'a gider; lstranca Dağları'nın güney eteklerinde dolaştıktan sonra Edirne'ye gelir ve buradan Avrupa içlerine doğru sayısız sefere katılır. Serüven dolu bu yolculuğu sırasında Hayrabolu’daki bitkilerle ilgili Seyahatname’de şu kayıtları düşmüş: "… yonca, tırfıl, kara ayrığı, duruğ otu, kök çimeni. " Burada ilk üç bitki adı dışında, diğerlerinin ne anlama geldikleri bilinmiyor.
Evliya Çelebi’nin buna benzer seyahatnamede bolca yer verdiği botanikle ilgili bilgileri gözden geçirdiğimizde bir doğa bilimci kadar doğayı ve bitkileri sevdiğini, hatta abartılı biçimde övdüğünü görüyoruz. Ağaçları çok tanımasa da iyi bir gözlemci. Örneğin, Kağıthane Deresi’nin kenarındaki ağaçlarda, köklerin su içinde bir balık ağı oluşturduğunu gözlemlemiş; Macaristan'da bir gölde ağaç ve çimen topluluklarının adacıklar oluşturduğunu, rüzgar estiğinde bu adacıkların, çayır, çimen, taş ve ağacı ile suda yer değiştirdiğini görüp kaydetmiş
İlginç bir nokta da Evliya Çelebi'nin Tavas ile Muğla arasında "ibret alınacak ağaçlar" terimiyle nitelendirdiği anıtsal ağaçlar görmesi, bunları adlarıyla, şekil ve özellikleriyle çardaklı çam, adem çamı, kuruçam, semizçam, kemerli çam, kırkkardeş çamı, kanlı çam gibi kaydetmesidir. Baytop makalesinde, Anadolu'nun anıtsal ağaçlarından bahseden ilk gezginin Evliya Çelebi olduğunu söylüyor. Marmaris tespitlerinde adı geçen ispenet ve karabasur ağaçlarının hangi ağaçlar olduğu ise belirsiz. İzmir'de Kadifekale'den ad vermeden kaydetmiş olduğu "halis bir yağ veren ve yetmiş iki derde deva olan” ağaç da öyle…
Evliya Çelebi çiçekleri çok sever ancak pek azını yabani olarak tanımlar, gül, lale, sümbül, süsen, tutya gibi. Sayılan çiçek türleri arasında, erguvan bir ağaçtır. Diğerlerinin çoğu soğanlı bitkiler… Deveboynu, hatayi, kafuri, tarlagül adlarının hangi türlere katrşılık geldiği bilinmiyor henüz. Laleyi gayet iyi tanır. Manisa Dağı civarında Şehzade ve Süsenidiraz yaylalarından bahsediyor; bu yörelerde lalenin çok meşhur olduğunu, kokusu olmadığı halde şeklinin güzelliğini, Molla Çelebi lalesi gibi uzun boylu olmadığı halde şirin, kırmızı, yuvarlak, kadife gibi hareli olduğunu kaydeder. Bu dağda seyahatnamedeki laleler, hala bol miktarda yetişiyor.
Evliya Çelebi her bitkinin bir faydası olduğuna inanır ve Otbulucular esnafından bahsederken şöyle yazmış: "Yeryüzünde bulunan bütün bitkilere Allah dil vermiş ve hepsi 'ben bu derde devayım ' diye Lokman'a söylemiştir". Evet, buna benzer çokça kayıt var seyahatnamede, kimi bilgiler muğlak olsa da yine değerli bir kaynak.
Şarkıcı / Yorumcu | Parça Adı | Albüm Adı | Süre |
---|---|---|---|
Oya Levendoğlu | Nikriz Peşrev | Ali Ufki | 03:28 |